Koku, Osmanlı toplumunda yalnızca kişisel bakımın bir parçası değil, aynı zamanda sosyal statünün, misafirperverliğin, dini ritüellerin ve sağlık anlayışının da göstergesiydi. Günümüzde Auran olarak bizler, kokuları sadece bir ürün değil, yaşamın ayrılmaz bir parçası olarak konumlandırıyoruz. Osmanlı kültürüne bakıldığında, bu yaklaşımın köklerinin yüzyıllar öncesine dayandığını görmek mümkündür. Osmanlı insanı için güzel kokmak, hem dini hem de dünyevi bir sorumluluktu. Peygamber Efendimizin kokuya olan sevgisi, İslam geleneğinde güçlü bir referans noktası oluşturmuş ve bu anlayış, Osmanlı'da günlük yaşamın her alanına yansımıştır.
Osmanlı camilerinde ve tekkelerinde koku, manevi atmosferi güçlendirmek için vazgeçilmez bir unsurdu. Misk, amber, gül suyu ve öd ağacı gibi kokular, dini törenlerde sıkça kullanılırdı. Camilerde kandillerin yanında tütsüler yakılır, bu sayede ibadet edenlerin dikkatini toplaması kolaylaştırılırdı. Mevlid ve kandil gecelerinde topluca koku ikramı yapılır, böylece toplumsal birlik duygusu da pekiştirilirdi. Koku, yalnızca havayı güzelleştiren bir unsur değil, ruhu arındıran bir araç olarak görülürdü.
Topkapı Sarayı, Osmanlı kokuculuğunun kalbinin attığı yerdi. Haremde ve selamlıkta, her köşede farklı kokular kullanılırdı. Harem kadınları saçlarını ve tenlerini gül yağı, lavanta ve yaseminle kokulandırırdı. Padişahın kıyafetleri misk ve amber ile işlenmiş özel bohçalar içinde saklanırdı. Sarayda, İran’dan gelen öd, Hindistan’dan gelen sandal ve Yemen’den gelen mür gibi kıymetli hammaddelerin muhafaza edildiği özel bir “koku hazinesi” bulunurdu. Koku aynı zamanda bir diplomasi aracıydı; Osmanlı, yabancı elçilere değerli parfümler ve kokulu yağlar hediye ederek ihtişamını hissettirirdi.
Saray ihtişamının ötesinde, koku Osmanlı halkının gündelik yaşamında da önemli bir yer tutardı. Hamam kültürü, kokunun en yoğun yaşandığı alanlardan biriydi. Hamam sonrası kullanılan gül suyu, lavanta suyu ve kolonya benzeri erken formüller toplumda oldukça yaygındı. Kokucu esnafı, sokaklarda küçük şişelerle yağ ve sular satarak her kesime hitap ederdi. Misafir ağırlamada kahveden önce gül suyu veya misk kokusu ikram edilmesi, kokunun nezaket ve misafirperverlik göstergesi olduğunun en belirgin örneklerindendi.
Osmanlı tıbbında kokuların şifa verici özelliği önemli bir yer tutuyordu. İbn-i Sina’nın El-Kanun fi’t-Tıbb adlı eserinde yer alan bitkisel yağlar, Osmanlı hekimleri tarafından da sıklıkla kullanıldı. Gül suyu ateş düşürücü, lavanta yağı yatıştırıcı, biberiye ise dolaşımı artırıcı olarak değerlendirilirdi. Saray hekimleri, padişahın sağlığı için özel aromatik yağlar hazırlar; bu yağlar hem tedavi hem de koruyucu amaçlarla kullanılırdı. Bugün bizim doğal yağlarla sunduğumuz çözümler, aslında Osmanlı’dan gelen bu aromaterapi geleneğinin modern bir yansımasıdır.
16. ve 17. yüzyıllarda İstanbul, Doğu ile Batı arasında bir koku merkeziydi. Kapalıçarşı ve Mısır Çarşısı’nda baharat, yağ ve esans ticareti yapılırdı. “Kokucu esnafı” olarak bilinen ustalar, kişiye özel parfümler hazırlar; misk, amber, öd ağacı, gül yağı ve çeşitli baharatlarla adeta sanat eseri niteliğinde kokular üretirlerdi. Kokuculuk mesleği o kadar değerliydi ki, Lonca sistemi içinde örgütlenmiş ve meslek sırlarını koruyan özel kurallara sahipti.
Günümüzde Anadolu’nun birçok yerinde gül suyu ikramı, lavanta keseleri ve kolonya kültürü yaşamaya devam ediyor. Bu gelenek, Osmanlı’nın koku kültüründen günümüze miras kalan bir alışkanlık. Auran olarak biz de bu kültürü modern yaşamla buluşturuyoruz.
Sonuç olarak, Osmanlı’da koku yalnızca hoş bir duyum değil; bir yaşam biçimiydi. Dini ritüellerden saray protokolüne, tıptan halk yaşamına kadar her alanda koku, kültürel bir unsur olarak varlığını sürdürdü. Bugün Auran olarak bu zengin mirası modern dünyaya uyarlıyor, kullanıcılarımıza günün her anında eşlik edecek kaliteli ve anlamlı koku deneyimleri sunuyoruz. Çünkü bizler için koku, Osmanlı’da olduğu gibi, yalnızca güzel bir esans değil; yaşamı zenginleştiren bir değerdir.